16.4.09

Yeraltında Bir Tıkanma...



"Palahniuk, Gösteri Toplumu’nun en veciz yazarlarından biridir. Çarpıcı, gerçekdışı, tutarsız ve anlamsız.” Kitabın arka kapağındaki yazının bu kısmıyla başlamanın en iyisi olduğuna karar verdim. Tıkanma’nın çılgın kalemi C. Palahniuk, kesinlikle çarpıcı, gerçekdışı, tutarsız ve fazlasıyla anlamsız!

Kitap, başkarakteri Victor Mancini’nin küçüklüğünden, deli annesinin onun üzerinde yaşattığı deli masalıyla ve çılgın kalemin yine onu aşağılamasıyla başlıyor. Yazar Palahniuk, ilk sayfalarda anlatmaya başladığı deli masalında okuruna sıradışı anlatımıyla yeraltından çıkmış kirli hayal gücünün taze kokusunu hissettirmek üzere yola koyuluyor. Sizi düşündürten, gülümseten ya da heyecanlandıran bu sıradışı anlatımdan etkilendir de okumaya devam ederseniz kitabın esiri olmak için koca bir basamak atladığınızı söyleyebilirim. Özellikle ülkemizde bolca bulunan bilinçsiz okurlar göz önüne alınırsa bu esirler Tıkanma zindanlarına sığmayıp taşacaktır (!). Deli masalının peşinden gelen seks dolu sayfalar yeraltı edebiyatı okuduğunun farkında olmayan birçok okuru kendine bağlayacaktır. Tıkanma, yeraltı edebiyatında okuduğum ilk roman olduğu için kitaba hükmeden seks ile yeraltı edebiyatı arasında ister istemez bir bağ kurup önyargı altındaki fikirlerimi oluşturmuştum. Aklıma ilk geleni ticaretti.
Eğer insanların aç oldukları gücü onlara iyice ballandırarak sunarsanız insanlar takdim ettiğiniz bu güce akın edeceklerdir.
Bir de işin içine karamsarlık, farklılık, biraz mizah, tatlı küfürler, tükenmek bilmeyen aşağılamalar ve acı kattınız mı okuyucu kendini sekse aç bir hayvan gibi değil de özel bir dünyaya ait biri gibi, ne bileyim bir lağıma düşmüş entellektüel, sıradışı bir okuyucu sanar, öyle hisseder. Siz de çıkan her yeni basımla beraber paranızı alırsınız. Evet, başta bu kadar acımasızdım.
Ve şimdi şüphe duymadan söylüyorum; Tıkanma, sayfalarının sona ermesiyle varılan hiçliği ve başlanılan noktayı kaybetmeyi, bilmenin değil yalnızca olmanın; var olmanın, birşey yapmanın dahi sadece herhangi bir şey olduğunu tattırıyor. Ustaca bir mizah sanatıyla Chuck Palahniuk, Tıkanma’da sanatın mutululuktan doğmadığını belirtiyor. Sanat mutluluktan doğmaz. Bu, kendini yeraltına hapsetmiş bir adamın sanat görüşü, üzerine çullanan acılardan dolayı ağzından çıkan inlemesi midir? Tarihe ismi geçmiş sanatçıların özel hayatları veya benlikleri hakkında bilgili olmadığımdan bu konuda pek yorum yapamıyorum. Ben, sanatın farklılığı ortaya koymak olduğunu düşünürüm. Belki de Chuck haklıdır. İnsan sadece acılarıyla boğuşurken benliğinin sahip olduğu farklılığı korkusuzca ortaya koyabilir. Kim bilir yalnızca huzursuz olmak bile yeterli olabilir... Yeraltı edebiyatının talihsiz karakterlerinin bağımlılıkları sanat için bir dayanak, bir zemin olabilir mi? Bu soruyu Palahniuk’a lâyık biçimde cevaplıyorum:
“Körüklemek” doğru ifade değil. Ama ilk akla geleni.

Bazı kitaplar vardır. Dilimize başka dillerden çevrilmiştir. Batıya aittir (Bu bir ayrımcılık değildir. Kökenden bahsediyorum). Çeviri, batının sokaklarına, en ücra dehlizlerine dahi sinen, oraya has birikimin, kültürün kokusunu bir şişeye doldurup burada şişenin ağzını açmışsınız gibi buram buram batı kokar. Farklıdır. Bazısı vardır ki içindeki cümleler size yakındır. Kelimeler tanıdık ve kolay sindirilebilirdir. Aslına bakarsanız bu da apayrı bir tartışma konusu olabilir. Çeviri, yabancı kültürden kopyalayıp dilimizdeki kelimelere mi yapıştırmalıdır hikayeyi? Yoksa benliğimizin gelenek tuğlalarıyla örülmüş duvarlarından geçebilecek kadar bize yakın hale mi getirilmelidir? İşin püf noktası ortasını bulmak da olabilir...
Tıkanma’nın, anlaşılır çevirisiyle sizi yormayacağını düşünüyorum. Batı kokusunu çoğu zaman rahatça alsam da bu bana pek sıkıntı vermedi. Bir batı romanı okuduğumun farkındaydım elbette... Ben yine de dürüst olayım; konuşma veya hitaplar beni ara sıra itmişti. Fakat yeraltının o çekici kokusu bu batı kokusunu bastırmış olabilir :p
Yazardan gönderilen yegâne mesajlardan birini daha kaçırmadığınızdan emin olmak için kimi paraglafları dönüp tekrar okuyun. Orada bir şeylerin olduğunu hissedeceksiniz. Unutmadan, bu yeraltı edebiyatı eseri çok defa alıntı yapabileceğiniz koca bir güce sahip. Sayfaların içindeki birçok sürpriz bilinçli okuyucusunu bekliyor olacaktır. Bunların tümünün yanında içine sığdırılmaya alıştığımız kalıpları kırabilecek bir roman Tıkanma. Pornografik, kirli romantik, uçuk, kokuşmuş, parlak ve çekici.


“Cahillik bir zamanlar sonsuz mutluluktu.”

“Cazibeli” doğru tanımlama değil. Ama ilk akla geleni.


“Eğer büyük bir otelin lobisindeyseniz ve Mavi Tuna Valsi’ni çalmaya başlarlarsa, hemen kendinizi dışarı atın. Hiç düşünmeyin. Kaçın. [...] Büyük otellerde o valsin çalınması binanın boşaltılması gerektiğini bildirir.”
“Gereksiz” doğru kelime değil. Ama ilk akla geleni.


“‘Havva bizi bu pisliğin içine nasıl attıysa, ben de aynı şekilde çıkabilirim,’ dedi Annecik. ‘Tanrı gerçekten becerikli bir insan görmek istiyor.’”
“İhtişam” doğru kelime değil. Şüphesiz ilk akla geleni. Yanılmadığımı göreceksiniz.
Palahniuk, insanların kutsal inançlarını eline alıp onu vıcık vıcık edene kadar sıkıyor, karakterlerini eski bir kilisede çırılçıplak bırakıyor ve sizi alıp hiçliğe getiriyor.
Yeraltına batıyor, aşağı tırmanıyorsunuz.


“‘Mesela şu dağ,’ dedi. Aptal oğlanın çenesini başparmağıyla işaretparmağının arasına sıkıştırıp kendisiyle birlikte o yöne bakmasını sağladı. ‘Şu yüce dağ. Çok kısa bir süre için onu gerçekten gördüm.’
[...] Annecik ağaç kıyımı, kayak merkezleri, çığlar, doğal yaşam, tektonik jeolojik tabaka, mikro iklimlendirme, yağmurun uğramadığı bölgeler veya yin-yang noktalarını aklına getirmeksizin, birden bire dağı olduğu gibi görmüştü. Dağı, dilin sınırlarına hapsolmadan algılamıştı. Çağrışım tuzağına düşmeden. Dağlarla ilgili doğru bildiği herşeyi bir kenara bırakıp öyle bakmıştı.
Kafasında çakan o görüntü aslında dağ bile değildi. Doğal kaynaklardan biri değildi. Adı yoktu.
‘En büyük amaç bu,’ dedi. ‘Bilgiyi tedavi etmek.’
Eğitimi. Kafalarımızın içinde yaşıyor oluşumuzu.”


“Mükemmel” gerçekten yanlış kelime olabilir. Fakat aklıma ilk geleni.

6.4.09

Ay Sarayı


Muhteşem bir hayal gücü, bağımlılık yaratan bir anlatım tarzı ve ucu görünmeyen derin kurgusu ve sonuyla Ay Sarayı, Amerikan edebiyatının en değerli yazarlarından Paul Auster’ın en çok sevilecek romanlarından biri, diyerek başlıyorum.
Yaşlanan bir zihinde biriken anılar, tuvallere arkalı önlü yapılan resimler, anlatılan hikâyeler ve toprakta bırakılan izlerle onlarca yıllık genişçe bir periyoda yayılan bu hikâyede tekdüze hikâyelerini yaşayan insanlar için kafayı sıyırma noktasına geldiği söylenilebilecek bir genç, M.S. Fogg, akşamları evinin penceresinden baktığında ileride, binaların arasındaki bir restoranın renkli neonlarla yazılmış Moon Palace tabelasını görerek, bedeninin soyut derinliğine inmek, kendini keşfetmek üzere farkına varmaksızın uzun bir yola koyulur. Fogg, kaybedilen maddi değerlerin peşinden gelen manevi değerlerle birlikte 1960-70’lerin New York’unda insanların sığdırılmaya çalışıldıkları hoşgörüsüz çerçeveleri kırıp kendi yaşamını Central Park’ın ortasında kurmayı, umursamamayı, yaşamayı, caddelerde sabit bir bütün halinde koşuşturan dümdüz suratlı New York sakinlerinin monotonluğu arasında benliğini, insanlığını sahneye çıkarmayı başarmıştır.
Auster’ın eşsiz anlatımı sayesinde M.S. Fogg’un yalnızlığı ve hayatta kalma mücadelesinin, sahip olduğu umutlarla yönlendirdiği belirsiz geleceğinin ve karşılaştığı aşkın karşısında, “Nasıl olur da bu kadar az sayfada bunların tümü beni bu kadar fazla etkiledi, hepsi koca hikâyeler gibi kalıcılık kazandı?” diye düşünmeden edemedim. Bu da Auster’in anlatım tarzıyla ilgili size birkaç ipucu vermiş olmalı.
Yazarın diğer kitaplarını da incelerseniz, kaleminin genel olarak yalnızlığı ve insanın kendi benliğini delip geçtiğini görebilirsiniz. Ay Sarayı, insanın kafasından geçen sessiz düşüncelerin, yargılamaların, kalınan çelişkilerin, tuhaf rastlantıların hayat öyküsüdür. Rastlantı demişken, genç karakter M.S. Fogg’un karnını tok tutmak ve rahatça yaşamını devam ettirebilmek için bir nevi bakıcı-dost olarak işe girdiği gösterişli evde kendisine kitap okuduğu, gezintiye çıkardığı ihtiyar Effing’in rastlantılar üzerine söylediği sözler, okuyucuya Auster’dan gelen mesajlar gibidir. Huysuz ve kurnaz Effing karakteri, bize, yaşamlarımızdaki rastlantıların aslında ne denli önemli olduğunu ve birer döngü noktası olabilecek mistik özelliklere sahip olduğunu belirtiyor. Aslında onun dediği, rastlantıların olmadığıdır. Rastlantı diye isimlendirilen olay veya durumların anlamlı anlar olduğudur.
Kitapta, rastlantı diye adlandırdıklarımızla ilgili birçok örnek bulunmaktadır. Kitabı bizzat okumanız için barındırdığı olayları fazla anlatmak istemesem de Auster’ın insanın ağzını açık bıraktıracak rastlantı ya da sürprizleri muhteşem anlatım tekniğiyle insanın tepesindeki, merkez olan Yeşilimsi Kıvrımlar Fabrikası’na büyük bir başarıyla yedirebildiğini, bunu yaparken de bizi hiç de zora sokmadığını ve hatta acı bile hissettirmediğini söyleyebilirim!
Kapınıza gelip n’olduğunu anlamanıza izin vermeden size elindeki malı büyük bir ustalıkla satmayı başaran kurnaz bir satıcı gibi Auster da muazzam anlatımı, kendine özgü mizah gücü ve hayal gücüyle pekiştirdiği gerçekçiliğiyle olayları farkına varmadan kavramamızı, kitaba bağımlı kalmamızı sağlıyor.
Ay Sarayı, Auster’ın okuduğum ikinci romanı ve ikisinde de karşılaştığım ana özelliklerin yalnızlık ve sessiz düşüncelerin olmasının yanı sıra bir diğerinin de ucu belirsiz sonlar olduğunu söylemek istiyorum. Okuyacağım romanın açık sonlara varacağını söyleseler, o kitaba karşı ister istemez soğukluk duyacağımı açıkça belirtebilirim. Ancak karakterlerin eriştikleri insani nokta, varılan sonsuzluk ve tamamlamışlık hissini duymak, sizde, ulaşılabilecek en iyi noktaya, en güzel sona vardığınız hissini uyandıracaktır.

Ay Sarayı, kesinlikle menüsüne göz atılması, içindekilerin tadına bakılması gereken muhteşem bir diyar!