9.5.09

Tıptan çıkan kanlı hayal gücü...


Polisiyenin ustalaşmış ismi Gerritsen’in, kendi tarzını başarıyla özetlediği romanı Kan Gölü’nden bahsetmek istiyorum. Bunun üzerine Gerritsen’in tıbbi gerilimdeki mevkisi ve bizzat kendisiyle ilgili yorumlarımı ekleyerek, Kan Gölü hakkındaki görüşlerimi sahneye çıkarıyorum bayanlar baylar.
Enjoy the show! :))

Kitabı okumamın üzerinden birkaç hafta geçmesine rağmen hikâyenin vücuduma yaydığı adrenali dün gibi hatırlıyorum. Gerritsen’in, olayları dışarıdan görme üzerine muazzam bir gücü var ve o bunu kullanmasını çok iyi biliyor. Yaşananları nasıl kabul edeceğimizi, onları kavrayabilmemizin yollarını çoktan öğrenmiş, sadece, bize, ihtiyaç duyduğumuz gerilimi sağlamaya çalışır gibi hikâyesini inşa ediyor. Kan Gölü’ne bakarsak bunu başarıyla tamamladığını görebiliriz.
İşin aslı bu Kan Gölü’nü ikinci kez okuyuşumdu. Yaklaşık bir sene önce de okurken kitap benim değildi ve bu sene kitabı satın alınca bir daha okudum. Bunun getirdiği çeşitli olumsuzluklar olmadı değil. Yaşayacağım gerilime hazır olmak ya da aldığım o kokuyu zaten tanıyor olmak başta pek hoş değildi. Fakat kitabın sağ yarısındaki sayfaların azalmasıyla birlikte kendimi Gerritsen’in gerilim nehrine bırakır olmuştum. Sayfaları hızla okuduğumu sonradan fark ediyor ve gerilime doymuyorken, akıntıyla beraber ta Kan Gölü’ne kadar sürüklenmiştim :p O abanoz suyun tadına bakabilmek tek kelimeyle muhteşemdi.
Gerritsen, Kan Gölü’nde pek aşinası olmadığımız bir konuyu sahiplenmiş. Başkarakteri Clarie Elliot’ın evini taşıdığı kasabada Kasım ayından sonra gençlerde oldukça ciddi derecede şiddet eğilimleri görülmeye başlar. Bunlar hiç de akılcı davranışlar değildir ve Clarie de zamanla karşısına çıkan ipuçlarını toplayarak, bizi 362 sayfa uzunluğundaki tünelin sonuna getirir. Bu karanlık geçitte yüksek dozda adrenalin ve ortalığa saçılmış kana çok rastlayacak ve tıbbın beyaz perdesini aralayarak içeriye hafifçe göz atma imkânına sahip olacaksınız. Tünelin sonunda ışığın var olup olmaması hakkındaysa herhangi bir şey söylemiyorum :)
Hikâyeden ayrılıp ona Gerritsen’in kaleminden bakacak olursak, kurguyu oluştururken birçok dış unsura başvurulduğu görülebilir. Muayene etmek üzere evine gittiği adamın köpeklerinin ağzında, göle yakın yerlerde buldukları kemiği fark ederek bununla yaklaşık 50 yıl öncesine kadar gidip, hikâyenin ana hatlarının belirmesine neden olması bunlardan biridir. Bunların yanında hikâyeyi daha parlak kılacak birçok duygusal ve yasal olay ve durumlar da romanda mevcut. Hatta bunların, hikâyenin gösteriye hazır olmasını sağlayan ve geriye sadece son provaları bırakan etkenler olduğunu söyleyebilirim :) Clarie’nin eşini 2 yıl önce yitirmesi, oğlunun buluğ çağında oluşu, hastalarını elinden kaçırması, hastanede çalışan belirli bir doktor ve bazı hasta yakınlarıyla yaşanan hukuki sorunlar, hastanenin çalıştığı laboratuarın değiştirilmiş olması bunlardan bazılarıdır. Bunların kötü olduğunu söylemiyorum. Aksine bu duygusal ve yasal olay ve durumlar, bizi romana iyiden iyiye bağlıyor olabilir! Karaktere yaklaşmamızı kolaylaştırdığı bile söylenebilir.
Romana hâkim olan kurgu örgüsünün ellerinizde hızla açılması, olayların nereye varacağını bilseniz bile varılacak yerde sizi neyin beklediğini bilmemek sizi bu gölün derinliklerine kadar çekecektir. Şuanda okuduğum romandan dolayı günümüzde kapaklarının özellikle “New York Times Bestseller” etiketiyle süslenmiş olduğu polisiye/gerilim romanları hakkındaki fikirlerimde bazı değişimler oldu. Zoraki oluşturulan hileler ve gerçekçi olmayan adrenalin etkisi, günümüz etiketli polisiyelerinde sıkça görülür oldu. Bu, raflarda kaçınılmaz bir imaj haline gelmeye başladı ve bizzat bundan şikâyetçiyim. İnsanlara hiç değilse bir şeyler katıyor gibi algılanması için romanlara fazlasıyla kan, seks, yapmacık gerilim ve okuru aptal yerine koyan şaşırtıcılıktan uzak şaşırtmalar sıkıştırılmaya başlandı. Bunlar günümüz polisiye/gerilimleri hakkındaki fikirlerim olmakla birlikte Gerritsen’in alanında en iyilerinden olduğunu dürüstçe söyleyebilirim. Geçmişte tıbbi bir kariyere sahip olması, para için değil, yazmak için yazması bu düşüncemin en büyük destekçilerindendir. Daha iyi bir annelik ve yazmak için tıp yaşamından vazgeçmesiyse daha büyük bir örnek olmalı... Polisiye/gerilime bu kadar girmişken bu konuda da birkaç şey söyleyebilirim. Günümüzde polisiye okumak itici, gereksiz ve hatta saçma gelebiliyor. Değerli bir okuyucunun tercihi bile tercihi bile polisiyeden uzak olabiliyor. Aslına bakarsak n’olursa olsun kitap ele alınmalı, koklanmalı, okunmalıdır. İtici veya gereksiz geliyorsa da kendinize “kafa dağıtma” bahanesini uydurabilirsiniz! (Geçenlerde bir aşk romanı okudum ve durum aynen böyleydi. Bunun hakkında da yazacağım) Genelden inip özele girersek polisiyenin de değerlisi seçilmelidir aslında. Peki değerli polisiye de ne demektir? Bana kalırsa meydanda iki tür polisiye yazarı, bununla beraber de iki tür polisiye vardır. İlk türdeki polisiye yazarları, hikâyelerini hızlı koşuşturmacalardan, silah tutan adamlardan, kandan, heyecandan ve karışık görünen basit bağlardan oluştururlar. Okursunuz, heyecanlanırsınız, bitirirsiniz ve geçer. Bu kadar net ve yalınkattır. Raflarda bu tür kitaplara sıkça rastlayabilirsiniz. Bu ilk tür sıkıntısız bulunabilenlerdendir. İkinci tür ise tüm o heyecanın arkasına genellikle bilimsel ve/veya hukuki malumatı saklayan, karakterlerini okuyucusuna tüm çıplaklığıyla sunabilecek kadar yürekli yazarlardan oluşur. Bu türdeki kitaplar raflarda pek görülemiyor ve meşhur yayınevleri tarafından da tercih edilemeyebiliyor. Onlar neyin çok satacağını iyi biliyorlar. Etrafta bolca bulunan okurlar da ilk türün düzmece cazibesine kapılıp ikinci türün romanlarını keşfedemeyebiliyorlar. Aslında bu polisiyenin dışında, daha genel olan bir konu ama p/g’de de bu durumun artık iyiden iyiye ün saldığı açıktır. Değerli okuyucusuna güvenen ikinci tür yazar da (özellikle polisiyede) bolca değersiz okuyucuya sahip olabiliyor.
Bilmiyorum... Değerli ya da değersiz, en azından kitap okuyorlar!

Gerritsen’in –Türkiye’de basılan- kitaplarının çoğunda bahsettiğim ikinci türdeki emeğin izleri görülebilir. Kimi kitaplarında da birinci tür özelliklerine yakınlık olsa da Gerritsen, sahip olduğu etkileyici anlatımıyla akvaryuma dayanan ele hızla ilerleyen balığa olduğu gibi sizi ısrarla kendine çekecektir. Kendisini bu özelliğinden dolayı p/g’de diğerlerinden ayrı tutar ve keyifle okurum. Gerritsen’in kitaplarını okumanın heyecanlandırıcı, rahatsız edici, çekici, kimi zamansa rahatlatıcı eylem olarak belleğime kaydedilmiş olduğunu görüyorum şimdi.
Tüm gerilimin yanı sıra Tess’in –neredeyse- tüm romanlarında görülen yüksek tansiyonlu bir güç de mevcuttur. Bu güç sizi ayrıca heyecanlandıran, korkutan, meraklandıran, zaman zaman da içinizi ısıtan, fakat nedense aşırıya kaçtığında bana itici gelmeye başlayan bir duygu bütünlüğü... Bu, aşk.
Gerritsen’in kendi web sitesinden –sanırım- p/g’den önce birçok aşk romanı yazdığını öğrenmiştim. Gerilim romanlarındaki bu aşk havasının sebebi de eskiden beri sahip olduğu aşk hevesi olabilir :p Yayınlanan sondan bir önceki romanı Kemik Bahçesi’nde de sonra doğru aşk kokusu iyice artmış ve bu beni korkutmaya başlamıştı. Finalde parıldayan masalsı aşkı katmazsak, son sayfalara gelince Gerritsen kalemini bir havalandırıcı niyetine kullanıp etrafa yayılan aşk kokusunu –neredeyse- dağıtmıştı :p Kan Gölü’nde yüzen aşksa bana o kadar itici gelmemiştir. Sanırım bunun nedeni, doğrudan aşkın gücünü anlatmaktan ve okuru sevgi sözcüklerine boğmaktansa aşkı doğrulayacak olay ve durumların anlatılması, sevgi sözcüklerinin arkada kalmasıydı.
Kan Gölü’nün Tess Gerritsen’in tarzını başarıyla özetleyen bir roman olduğunu söylemiştim. Bu fikrimde ısrarcıyım ve şimdi bunun nedenlerine gelelim. Roman, taşıdığı bol gerilimle Gerritsen’in diğer romanlarından ayrı bir heyecan deposu gibi ve neredeyse ağzına kadar dolu durumda. Heyecanı bize ara ara yaşatmaktansa gerilim dolu bölümler arasında okuyucuyu merakta bırakarak sonlanan ve yeniyi keşfetmenin veya yaklaşmanın heyecanıyla doldurulan bölümler Tess’in tarzını bize açıkça sergiliyor. Anlatımdaki sıradanlıktan uzak duruşu, kadın-erkek arasındaki çekim ve yaşamımızda kolayca görebileceğimiz çeşitli sorgulama ve düşünceler de bunların yanında bir artı olarak duruyor.
Değinmek istediğim son konuysa Tess ile pek alakası olmasa da Kan Gölü’nü etkileyen bir konu; çeviri. Maalesef özellikle Tess açısından bu kadar değerli olan bu kitabın çevirisinde gözüme çarpan hatalar bir hayli fazlaydı. Bunun ne veya nelerden kaynaklandığını tabii ki bilmiyorum. Dolayısıyla birine karşı bu suçlamayı yapmam yanlış olur. Fakat çeviride gerek anlatım bozukluğu gerekse imla hatalarıyla sıkça karşılaştığım bir gerçekti. Çevirinin, bize anlatılan hikâyeyi anlaşılmaz kıldığını söylemiyorum. Eğer dikkatle okunursa paragraflar içinde çeşitli anlatım bozuklukları fark edilebilir.

Gerritsen’in başyapıtlarından sayılabilecek bir romanın pürüzsüzlüğü hak ettiği şüpheye meydan bırakmayan bir gerçektir.