11.10.09

Küçük Bir Başkaldırı(!)


“Sanat, nedir? En basit tarifi ile…”

Bu soruyu 9 Ekim Cuma günü, felsefe dersinde öğretmenimden duydum. Bu sorunun soluduğumuz havaya bırakıldığı an, eğlence benim için başlıyordu. Benimkisi oldukça basit bir cevaptı. Amacım dinlemekti. Bir bilmişi ve iki düzine ‘bilmek isteyeni’ dinlemek istiyordum. Ağızlardan çıkan cevaplar sınıfın içine yığılıyordu. Sonunda, sınıfın orta yerinde koca bir yığın oluştuğunda, felsefe dersi öğretmenimiz cevapların şekillenmesi ve tek bir yere varılması için sınıfın ortasındaki yığının üzerine çıkıp ağzını açmıştı.

Sanat, insanın duygu ve düşüncelerini vb. falan filancalarını ‘güzellik’ yoluyla… İnsanın, sahip olduğu birikimi bir estetik anlayışıyla ‘güzelliği’ oluşturmak için… İnsanın, yeteneğini yine insana ‘güzel’ gelebilecek, ‘güzeli’ çağrıştırabilecek yolda…


Bunlardan biri ya da birinin çok benzeriydi. O anı hatırlıyorum. Karşımdaki temiz tahtaya bakarak kendi kendime mırıldamıştım. “Hayır, bence değildir.”

Bu yeryüzünde insanlar kitaplar yazıyor, boş tuvallere resimler yapıyor, kameranın karşısına veya başına geçiyor, gülümsüyor, ağlıyor, soyunuyor, bağırıyor, susuyorlar. Bir şekilde sanatı, sanatlarını oluşturuyorlar. Sanat nedir ki insanlar değerli hayatlarını sanata katıyor? Sanat, numarası 38 olan ayaklarınıza 36 numaralı ayakkabıları giymektir. Acıdır, acıtır. Daima akıldadır. Onu söküp atsanız bile size hissettirdiğini unutamazsınız. Ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz.

Hiçbir zaman en iyi romanlar mutlu sonu bulmaz. En iyi fotoğrafa bakınca kahkaha atamazsınız. En iyi dörtlüğü okuyunca gülüp geçemezsiniz. Elmalar, masallarda zehirlidir, tablolarda ise çürük.

Gerçek sanatçıların yarattıkları, insanda güzelliği çağrıştırır mı? Onlarda acı vardır. Sanatçı, açıyı tatmış dahidir. Neşe dolu bir çocukluğun ardından sorusuz, sorunsuz atlatılan bir gençlik, huzur dolu bir aile, başarılı bir öğrenim ve rahatça elde edilen sağlam bir kariyerin ardından mutlu ve refah dolu bir yaşamın, insanda sanata araç olduğunu, yaratma gücüne zemin olduğunu hiç duyanınız var mı aranızda? Mutluluk, yaşamlarımızda zamanın akıcılığını kolaylaştıran bir oyalamaca boşluğudur. Mutluluk varsa düzen de vardır. Mutluluk oradaysa güzellik de görünür. Herkes mutlu olabilir. Fakat hepinizin ‘gerçek’ acısı yoktur. Bu yüzden dahiler bazılarımızdır.

Çekilen acı, rahatsız olma, anlaşılamama ve huzursuzluk, insan beynini düşünmeye ve çözüm bulmaya iter. Çözüm bulmak, yaratmaktır. İnsan, memnun olmadığı için isyan eder. Kişinin organları arasında birden sıkışmış gibi hissedilen koca bir kütle, kişiyi kaçmaya, kusmaya zorlar. İnsanlar kusarlar. Her kustuğunuzun birbirine benzemesi imkânsızdır. Çünkü her gün birbirinin aynı olanları yemezsiniz. Sanat, kustuğunuzdur. Hasta iken. O, sıkça rastlanılan herhangi bir şey olmadığından, görünce insanı rahatsız eder. Kimi ağlar, kimisi tepkisiz kalır.

En iyi hikâyeleri okuyunca geceleri uyuyamazsınız. En iyi parçaları dinlemek sizi rahatsız eder. Onlar, bizi rahatsız etmeseydi, biz, içinde olduğumuz durumdan çıkıp başka bir duyguya sarılmazdık. Kaplumbağaya aniden dokunursanız, kafasını kabuğunun içine çeker. Duygularımız ellenip rahatsız edilmezse, biz mutluyuzdur.

Sanat, insanın içinden çıkansa, insanı dürtükleyen bir güç olmalı. Bir el boğazımızı sıkarsa kaçmaya, yaşamı kaybetmemek için yaratmaya bakarız. İyi olan, bizi rahatsız edemez. İyilik, boşluğumuzdur. Kötülük, bizi uyandırandır.

Sanat, çirkindir. Sanat, güzeli bulmaya bakmaz. Belki para etmesi için yapılan, güzel gösterilir. Ama insanın içinden çıkan, rahatsız edici olmalı ki düşündürsün. Güzellik içinde yapılan, belki göstermektir. Kopyalamaktır. Güzel suratların portreleri, güzel bedenlerin heykelleri… Fakat karşınızdaki, en derin diyar; insandan geliyorsa, onda iyiliği göremezsiniz. O, rahatsız edici ve bu yüzden iyi sanacağınız kadar kötüdür.


Felsefe dersi öğretmenime saygılarımla…

11 Ekim 2009, 03:45.

9.5.09

Tıptan çıkan kanlı hayal gücü...


Polisiyenin ustalaşmış ismi Gerritsen’in, kendi tarzını başarıyla özetlediği romanı Kan Gölü’nden bahsetmek istiyorum. Bunun üzerine Gerritsen’in tıbbi gerilimdeki mevkisi ve bizzat kendisiyle ilgili yorumlarımı ekleyerek, Kan Gölü hakkındaki görüşlerimi sahneye çıkarıyorum bayanlar baylar.
Enjoy the show! :))

Kitabı okumamın üzerinden birkaç hafta geçmesine rağmen hikâyenin vücuduma yaydığı adrenali dün gibi hatırlıyorum. Gerritsen’in, olayları dışarıdan görme üzerine muazzam bir gücü var ve o bunu kullanmasını çok iyi biliyor. Yaşananları nasıl kabul edeceğimizi, onları kavrayabilmemizin yollarını çoktan öğrenmiş, sadece, bize, ihtiyaç duyduğumuz gerilimi sağlamaya çalışır gibi hikâyesini inşa ediyor. Kan Gölü’ne bakarsak bunu başarıyla tamamladığını görebiliriz.
İşin aslı bu Kan Gölü’nü ikinci kez okuyuşumdu. Yaklaşık bir sene önce de okurken kitap benim değildi ve bu sene kitabı satın alınca bir daha okudum. Bunun getirdiği çeşitli olumsuzluklar olmadı değil. Yaşayacağım gerilime hazır olmak ya da aldığım o kokuyu zaten tanıyor olmak başta pek hoş değildi. Fakat kitabın sağ yarısındaki sayfaların azalmasıyla birlikte kendimi Gerritsen’in gerilim nehrine bırakır olmuştum. Sayfaları hızla okuduğumu sonradan fark ediyor ve gerilime doymuyorken, akıntıyla beraber ta Kan Gölü’ne kadar sürüklenmiştim :p O abanoz suyun tadına bakabilmek tek kelimeyle muhteşemdi.
Gerritsen, Kan Gölü’nde pek aşinası olmadığımız bir konuyu sahiplenmiş. Başkarakteri Clarie Elliot’ın evini taşıdığı kasabada Kasım ayından sonra gençlerde oldukça ciddi derecede şiddet eğilimleri görülmeye başlar. Bunlar hiç de akılcı davranışlar değildir ve Clarie de zamanla karşısına çıkan ipuçlarını toplayarak, bizi 362 sayfa uzunluğundaki tünelin sonuna getirir. Bu karanlık geçitte yüksek dozda adrenalin ve ortalığa saçılmış kana çok rastlayacak ve tıbbın beyaz perdesini aralayarak içeriye hafifçe göz atma imkânına sahip olacaksınız. Tünelin sonunda ışığın var olup olmaması hakkındaysa herhangi bir şey söylemiyorum :)
Hikâyeden ayrılıp ona Gerritsen’in kaleminden bakacak olursak, kurguyu oluştururken birçok dış unsura başvurulduğu görülebilir. Muayene etmek üzere evine gittiği adamın köpeklerinin ağzında, göle yakın yerlerde buldukları kemiği fark ederek bununla yaklaşık 50 yıl öncesine kadar gidip, hikâyenin ana hatlarının belirmesine neden olması bunlardan biridir. Bunların yanında hikâyeyi daha parlak kılacak birçok duygusal ve yasal olay ve durumlar da romanda mevcut. Hatta bunların, hikâyenin gösteriye hazır olmasını sağlayan ve geriye sadece son provaları bırakan etkenler olduğunu söyleyebilirim :) Clarie’nin eşini 2 yıl önce yitirmesi, oğlunun buluğ çağında oluşu, hastalarını elinden kaçırması, hastanede çalışan belirli bir doktor ve bazı hasta yakınlarıyla yaşanan hukuki sorunlar, hastanenin çalıştığı laboratuarın değiştirilmiş olması bunlardan bazılarıdır. Bunların kötü olduğunu söylemiyorum. Aksine bu duygusal ve yasal olay ve durumlar, bizi romana iyiden iyiye bağlıyor olabilir! Karaktere yaklaşmamızı kolaylaştırdığı bile söylenebilir.
Romana hâkim olan kurgu örgüsünün ellerinizde hızla açılması, olayların nereye varacağını bilseniz bile varılacak yerde sizi neyin beklediğini bilmemek sizi bu gölün derinliklerine kadar çekecektir. Şuanda okuduğum romandan dolayı günümüzde kapaklarının özellikle “New York Times Bestseller” etiketiyle süslenmiş olduğu polisiye/gerilim romanları hakkındaki fikirlerimde bazı değişimler oldu. Zoraki oluşturulan hileler ve gerçekçi olmayan adrenalin etkisi, günümüz etiketli polisiyelerinde sıkça görülür oldu. Bu, raflarda kaçınılmaz bir imaj haline gelmeye başladı ve bizzat bundan şikâyetçiyim. İnsanlara hiç değilse bir şeyler katıyor gibi algılanması için romanlara fazlasıyla kan, seks, yapmacık gerilim ve okuru aptal yerine koyan şaşırtıcılıktan uzak şaşırtmalar sıkıştırılmaya başlandı. Bunlar günümüz polisiye/gerilimleri hakkındaki fikirlerim olmakla birlikte Gerritsen’in alanında en iyilerinden olduğunu dürüstçe söyleyebilirim. Geçmişte tıbbi bir kariyere sahip olması, para için değil, yazmak için yazması bu düşüncemin en büyük destekçilerindendir. Daha iyi bir annelik ve yazmak için tıp yaşamından vazgeçmesiyse daha büyük bir örnek olmalı... Polisiye/gerilime bu kadar girmişken bu konuda da birkaç şey söyleyebilirim. Günümüzde polisiye okumak itici, gereksiz ve hatta saçma gelebiliyor. Değerli bir okuyucunun tercihi bile tercihi bile polisiyeden uzak olabiliyor. Aslına bakarsak n’olursa olsun kitap ele alınmalı, koklanmalı, okunmalıdır. İtici veya gereksiz geliyorsa da kendinize “kafa dağıtma” bahanesini uydurabilirsiniz! (Geçenlerde bir aşk romanı okudum ve durum aynen böyleydi. Bunun hakkında da yazacağım) Genelden inip özele girersek polisiyenin de değerlisi seçilmelidir aslında. Peki değerli polisiye de ne demektir? Bana kalırsa meydanda iki tür polisiye yazarı, bununla beraber de iki tür polisiye vardır. İlk türdeki polisiye yazarları, hikâyelerini hızlı koşuşturmacalardan, silah tutan adamlardan, kandan, heyecandan ve karışık görünen basit bağlardan oluştururlar. Okursunuz, heyecanlanırsınız, bitirirsiniz ve geçer. Bu kadar net ve yalınkattır. Raflarda bu tür kitaplara sıkça rastlayabilirsiniz. Bu ilk tür sıkıntısız bulunabilenlerdendir. İkinci tür ise tüm o heyecanın arkasına genellikle bilimsel ve/veya hukuki malumatı saklayan, karakterlerini okuyucusuna tüm çıplaklığıyla sunabilecek kadar yürekli yazarlardan oluşur. Bu türdeki kitaplar raflarda pek görülemiyor ve meşhur yayınevleri tarafından da tercih edilemeyebiliyor. Onlar neyin çok satacağını iyi biliyorlar. Etrafta bolca bulunan okurlar da ilk türün düzmece cazibesine kapılıp ikinci türün romanlarını keşfedemeyebiliyorlar. Aslında bu polisiyenin dışında, daha genel olan bir konu ama p/g’de de bu durumun artık iyiden iyiye ün saldığı açıktır. Değerli okuyucusuna güvenen ikinci tür yazar da (özellikle polisiyede) bolca değersiz okuyucuya sahip olabiliyor.
Bilmiyorum... Değerli ya da değersiz, en azından kitap okuyorlar!

Gerritsen’in –Türkiye’de basılan- kitaplarının çoğunda bahsettiğim ikinci türdeki emeğin izleri görülebilir. Kimi kitaplarında da birinci tür özelliklerine yakınlık olsa da Gerritsen, sahip olduğu etkileyici anlatımıyla akvaryuma dayanan ele hızla ilerleyen balığa olduğu gibi sizi ısrarla kendine çekecektir. Kendisini bu özelliğinden dolayı p/g’de diğerlerinden ayrı tutar ve keyifle okurum. Gerritsen’in kitaplarını okumanın heyecanlandırıcı, rahatsız edici, çekici, kimi zamansa rahatlatıcı eylem olarak belleğime kaydedilmiş olduğunu görüyorum şimdi.
Tüm gerilimin yanı sıra Tess’in –neredeyse- tüm romanlarında görülen yüksek tansiyonlu bir güç de mevcuttur. Bu güç sizi ayrıca heyecanlandıran, korkutan, meraklandıran, zaman zaman da içinizi ısıtan, fakat nedense aşırıya kaçtığında bana itici gelmeye başlayan bir duygu bütünlüğü... Bu, aşk.
Gerritsen’in kendi web sitesinden –sanırım- p/g’den önce birçok aşk romanı yazdığını öğrenmiştim. Gerilim romanlarındaki bu aşk havasının sebebi de eskiden beri sahip olduğu aşk hevesi olabilir :p Yayınlanan sondan bir önceki romanı Kemik Bahçesi’nde de sonra doğru aşk kokusu iyice artmış ve bu beni korkutmaya başlamıştı. Finalde parıldayan masalsı aşkı katmazsak, son sayfalara gelince Gerritsen kalemini bir havalandırıcı niyetine kullanıp etrafa yayılan aşk kokusunu –neredeyse- dağıtmıştı :p Kan Gölü’nde yüzen aşksa bana o kadar itici gelmemiştir. Sanırım bunun nedeni, doğrudan aşkın gücünü anlatmaktan ve okuru sevgi sözcüklerine boğmaktansa aşkı doğrulayacak olay ve durumların anlatılması, sevgi sözcüklerinin arkada kalmasıydı.
Kan Gölü’nün Tess Gerritsen’in tarzını başarıyla özetleyen bir roman olduğunu söylemiştim. Bu fikrimde ısrarcıyım ve şimdi bunun nedenlerine gelelim. Roman, taşıdığı bol gerilimle Gerritsen’in diğer romanlarından ayrı bir heyecan deposu gibi ve neredeyse ağzına kadar dolu durumda. Heyecanı bize ara ara yaşatmaktansa gerilim dolu bölümler arasında okuyucuyu merakta bırakarak sonlanan ve yeniyi keşfetmenin veya yaklaşmanın heyecanıyla doldurulan bölümler Tess’in tarzını bize açıkça sergiliyor. Anlatımdaki sıradanlıktan uzak duruşu, kadın-erkek arasındaki çekim ve yaşamımızda kolayca görebileceğimiz çeşitli sorgulama ve düşünceler de bunların yanında bir artı olarak duruyor.
Değinmek istediğim son konuysa Tess ile pek alakası olmasa da Kan Gölü’nü etkileyen bir konu; çeviri. Maalesef özellikle Tess açısından bu kadar değerli olan bu kitabın çevirisinde gözüme çarpan hatalar bir hayli fazlaydı. Bunun ne veya nelerden kaynaklandığını tabii ki bilmiyorum. Dolayısıyla birine karşı bu suçlamayı yapmam yanlış olur. Fakat çeviride gerek anlatım bozukluğu gerekse imla hatalarıyla sıkça karşılaştığım bir gerçekti. Çevirinin, bize anlatılan hikâyeyi anlaşılmaz kıldığını söylemiyorum. Eğer dikkatle okunursa paragraflar içinde çeşitli anlatım bozuklukları fark edilebilir.

Gerritsen’in başyapıtlarından sayılabilecek bir romanın pürüzsüzlüğü hak ettiği şüpheye meydan bırakmayan bir gerçektir.

16.4.09

Yeraltında Bir Tıkanma...



"Palahniuk, Gösteri Toplumu’nun en veciz yazarlarından biridir. Çarpıcı, gerçekdışı, tutarsız ve anlamsız.” Kitabın arka kapağındaki yazının bu kısmıyla başlamanın en iyisi olduğuna karar verdim. Tıkanma’nın çılgın kalemi C. Palahniuk, kesinlikle çarpıcı, gerçekdışı, tutarsız ve fazlasıyla anlamsız!

Kitap, başkarakteri Victor Mancini’nin küçüklüğünden, deli annesinin onun üzerinde yaşattığı deli masalıyla ve çılgın kalemin yine onu aşağılamasıyla başlıyor. Yazar Palahniuk, ilk sayfalarda anlatmaya başladığı deli masalında okuruna sıradışı anlatımıyla yeraltından çıkmış kirli hayal gücünün taze kokusunu hissettirmek üzere yola koyuluyor. Sizi düşündürten, gülümseten ya da heyecanlandıran bu sıradışı anlatımdan etkilendir de okumaya devam ederseniz kitabın esiri olmak için koca bir basamak atladığınızı söyleyebilirim. Özellikle ülkemizde bolca bulunan bilinçsiz okurlar göz önüne alınırsa bu esirler Tıkanma zindanlarına sığmayıp taşacaktır (!). Deli masalının peşinden gelen seks dolu sayfalar yeraltı edebiyatı okuduğunun farkında olmayan birçok okuru kendine bağlayacaktır. Tıkanma, yeraltı edebiyatında okuduğum ilk roman olduğu için kitaba hükmeden seks ile yeraltı edebiyatı arasında ister istemez bir bağ kurup önyargı altındaki fikirlerimi oluşturmuştum. Aklıma ilk geleni ticaretti.
Eğer insanların aç oldukları gücü onlara iyice ballandırarak sunarsanız insanlar takdim ettiğiniz bu güce akın edeceklerdir.
Bir de işin içine karamsarlık, farklılık, biraz mizah, tatlı küfürler, tükenmek bilmeyen aşağılamalar ve acı kattınız mı okuyucu kendini sekse aç bir hayvan gibi değil de özel bir dünyaya ait biri gibi, ne bileyim bir lağıma düşmüş entellektüel, sıradışı bir okuyucu sanar, öyle hisseder. Siz de çıkan her yeni basımla beraber paranızı alırsınız. Evet, başta bu kadar acımasızdım.
Ve şimdi şüphe duymadan söylüyorum; Tıkanma, sayfalarının sona ermesiyle varılan hiçliği ve başlanılan noktayı kaybetmeyi, bilmenin değil yalnızca olmanın; var olmanın, birşey yapmanın dahi sadece herhangi bir şey olduğunu tattırıyor. Ustaca bir mizah sanatıyla Chuck Palahniuk, Tıkanma’da sanatın mutululuktan doğmadığını belirtiyor. Sanat mutluluktan doğmaz. Bu, kendini yeraltına hapsetmiş bir adamın sanat görüşü, üzerine çullanan acılardan dolayı ağzından çıkan inlemesi midir? Tarihe ismi geçmiş sanatçıların özel hayatları veya benlikleri hakkında bilgili olmadığımdan bu konuda pek yorum yapamıyorum. Ben, sanatın farklılığı ortaya koymak olduğunu düşünürüm. Belki de Chuck haklıdır. İnsan sadece acılarıyla boğuşurken benliğinin sahip olduğu farklılığı korkusuzca ortaya koyabilir. Kim bilir yalnızca huzursuz olmak bile yeterli olabilir... Yeraltı edebiyatının talihsiz karakterlerinin bağımlılıkları sanat için bir dayanak, bir zemin olabilir mi? Bu soruyu Palahniuk’a lâyık biçimde cevaplıyorum:
“Körüklemek” doğru ifade değil. Ama ilk akla geleni.

Bazı kitaplar vardır. Dilimize başka dillerden çevrilmiştir. Batıya aittir (Bu bir ayrımcılık değildir. Kökenden bahsediyorum). Çeviri, batının sokaklarına, en ücra dehlizlerine dahi sinen, oraya has birikimin, kültürün kokusunu bir şişeye doldurup burada şişenin ağzını açmışsınız gibi buram buram batı kokar. Farklıdır. Bazısı vardır ki içindeki cümleler size yakındır. Kelimeler tanıdık ve kolay sindirilebilirdir. Aslına bakarsanız bu da apayrı bir tartışma konusu olabilir. Çeviri, yabancı kültürden kopyalayıp dilimizdeki kelimelere mi yapıştırmalıdır hikayeyi? Yoksa benliğimizin gelenek tuğlalarıyla örülmüş duvarlarından geçebilecek kadar bize yakın hale mi getirilmelidir? İşin püf noktası ortasını bulmak da olabilir...
Tıkanma’nın, anlaşılır çevirisiyle sizi yormayacağını düşünüyorum. Batı kokusunu çoğu zaman rahatça alsam da bu bana pek sıkıntı vermedi. Bir batı romanı okuduğumun farkındaydım elbette... Ben yine de dürüst olayım; konuşma veya hitaplar beni ara sıra itmişti. Fakat yeraltının o çekici kokusu bu batı kokusunu bastırmış olabilir :p
Yazardan gönderilen yegâne mesajlardan birini daha kaçırmadığınızdan emin olmak için kimi paraglafları dönüp tekrar okuyun. Orada bir şeylerin olduğunu hissedeceksiniz. Unutmadan, bu yeraltı edebiyatı eseri çok defa alıntı yapabileceğiniz koca bir güce sahip. Sayfaların içindeki birçok sürpriz bilinçli okuyucusunu bekliyor olacaktır. Bunların tümünün yanında içine sığdırılmaya alıştığımız kalıpları kırabilecek bir roman Tıkanma. Pornografik, kirli romantik, uçuk, kokuşmuş, parlak ve çekici.


“Cahillik bir zamanlar sonsuz mutluluktu.”

“Cazibeli” doğru tanımlama değil. Ama ilk akla geleni.


“Eğer büyük bir otelin lobisindeyseniz ve Mavi Tuna Valsi’ni çalmaya başlarlarsa, hemen kendinizi dışarı atın. Hiç düşünmeyin. Kaçın. [...] Büyük otellerde o valsin çalınması binanın boşaltılması gerektiğini bildirir.”
“Gereksiz” doğru kelime değil. Ama ilk akla geleni.


“‘Havva bizi bu pisliğin içine nasıl attıysa, ben de aynı şekilde çıkabilirim,’ dedi Annecik. ‘Tanrı gerçekten becerikli bir insan görmek istiyor.’”
“İhtişam” doğru kelime değil. Şüphesiz ilk akla geleni. Yanılmadığımı göreceksiniz.
Palahniuk, insanların kutsal inançlarını eline alıp onu vıcık vıcık edene kadar sıkıyor, karakterlerini eski bir kilisede çırılçıplak bırakıyor ve sizi alıp hiçliğe getiriyor.
Yeraltına batıyor, aşağı tırmanıyorsunuz.


“‘Mesela şu dağ,’ dedi. Aptal oğlanın çenesini başparmağıyla işaretparmağının arasına sıkıştırıp kendisiyle birlikte o yöne bakmasını sağladı. ‘Şu yüce dağ. Çok kısa bir süre için onu gerçekten gördüm.’
[...] Annecik ağaç kıyımı, kayak merkezleri, çığlar, doğal yaşam, tektonik jeolojik tabaka, mikro iklimlendirme, yağmurun uğramadığı bölgeler veya yin-yang noktalarını aklına getirmeksizin, birden bire dağı olduğu gibi görmüştü. Dağı, dilin sınırlarına hapsolmadan algılamıştı. Çağrışım tuzağına düşmeden. Dağlarla ilgili doğru bildiği herşeyi bir kenara bırakıp öyle bakmıştı.
Kafasında çakan o görüntü aslında dağ bile değildi. Doğal kaynaklardan biri değildi. Adı yoktu.
‘En büyük amaç bu,’ dedi. ‘Bilgiyi tedavi etmek.’
Eğitimi. Kafalarımızın içinde yaşıyor oluşumuzu.”


“Mükemmel” gerçekten yanlış kelime olabilir. Fakat aklıma ilk geleni.

6.4.09

Ay Sarayı


Muhteşem bir hayal gücü, bağımlılık yaratan bir anlatım tarzı ve ucu görünmeyen derin kurgusu ve sonuyla Ay Sarayı, Amerikan edebiyatının en değerli yazarlarından Paul Auster’ın en çok sevilecek romanlarından biri, diyerek başlıyorum.
Yaşlanan bir zihinde biriken anılar, tuvallere arkalı önlü yapılan resimler, anlatılan hikâyeler ve toprakta bırakılan izlerle onlarca yıllık genişçe bir periyoda yayılan bu hikâyede tekdüze hikâyelerini yaşayan insanlar için kafayı sıyırma noktasına geldiği söylenilebilecek bir genç, M.S. Fogg, akşamları evinin penceresinden baktığında ileride, binaların arasındaki bir restoranın renkli neonlarla yazılmış Moon Palace tabelasını görerek, bedeninin soyut derinliğine inmek, kendini keşfetmek üzere farkına varmaksızın uzun bir yola koyulur. Fogg, kaybedilen maddi değerlerin peşinden gelen manevi değerlerle birlikte 1960-70’lerin New York’unda insanların sığdırılmaya çalışıldıkları hoşgörüsüz çerçeveleri kırıp kendi yaşamını Central Park’ın ortasında kurmayı, umursamamayı, yaşamayı, caddelerde sabit bir bütün halinde koşuşturan dümdüz suratlı New York sakinlerinin monotonluğu arasında benliğini, insanlığını sahneye çıkarmayı başarmıştır.
Auster’ın eşsiz anlatımı sayesinde M.S. Fogg’un yalnızlığı ve hayatta kalma mücadelesinin, sahip olduğu umutlarla yönlendirdiği belirsiz geleceğinin ve karşılaştığı aşkın karşısında, “Nasıl olur da bu kadar az sayfada bunların tümü beni bu kadar fazla etkiledi, hepsi koca hikâyeler gibi kalıcılık kazandı?” diye düşünmeden edemedim. Bu da Auster’in anlatım tarzıyla ilgili size birkaç ipucu vermiş olmalı.
Yazarın diğer kitaplarını da incelerseniz, kaleminin genel olarak yalnızlığı ve insanın kendi benliğini delip geçtiğini görebilirsiniz. Ay Sarayı, insanın kafasından geçen sessiz düşüncelerin, yargılamaların, kalınan çelişkilerin, tuhaf rastlantıların hayat öyküsüdür. Rastlantı demişken, genç karakter M.S. Fogg’un karnını tok tutmak ve rahatça yaşamını devam ettirebilmek için bir nevi bakıcı-dost olarak işe girdiği gösterişli evde kendisine kitap okuduğu, gezintiye çıkardığı ihtiyar Effing’in rastlantılar üzerine söylediği sözler, okuyucuya Auster’dan gelen mesajlar gibidir. Huysuz ve kurnaz Effing karakteri, bize, yaşamlarımızdaki rastlantıların aslında ne denli önemli olduğunu ve birer döngü noktası olabilecek mistik özelliklere sahip olduğunu belirtiyor. Aslında onun dediği, rastlantıların olmadığıdır. Rastlantı diye isimlendirilen olay veya durumların anlamlı anlar olduğudur.
Kitapta, rastlantı diye adlandırdıklarımızla ilgili birçok örnek bulunmaktadır. Kitabı bizzat okumanız için barındırdığı olayları fazla anlatmak istemesem de Auster’ın insanın ağzını açık bıraktıracak rastlantı ya da sürprizleri muhteşem anlatım tekniğiyle insanın tepesindeki, merkez olan Yeşilimsi Kıvrımlar Fabrikası’na büyük bir başarıyla yedirebildiğini, bunu yaparken de bizi hiç de zora sokmadığını ve hatta acı bile hissettirmediğini söyleyebilirim!
Kapınıza gelip n’olduğunu anlamanıza izin vermeden size elindeki malı büyük bir ustalıkla satmayı başaran kurnaz bir satıcı gibi Auster da muazzam anlatımı, kendine özgü mizah gücü ve hayal gücüyle pekiştirdiği gerçekçiliğiyle olayları farkına varmadan kavramamızı, kitaba bağımlı kalmamızı sağlıyor.
Ay Sarayı, Auster’ın okuduğum ikinci romanı ve ikisinde de karşılaştığım ana özelliklerin yalnızlık ve sessiz düşüncelerin olmasının yanı sıra bir diğerinin de ucu belirsiz sonlar olduğunu söylemek istiyorum. Okuyacağım romanın açık sonlara varacağını söyleseler, o kitaba karşı ister istemez soğukluk duyacağımı açıkça belirtebilirim. Ancak karakterlerin eriştikleri insani nokta, varılan sonsuzluk ve tamamlamışlık hissini duymak, sizde, ulaşılabilecek en iyi noktaya, en güzel sona vardığınız hissini uyandıracaktır.

Ay Sarayı, kesinlikle menüsüne göz atılması, içindekilerin tadına bakılması gereken muhteşem bir diyar!

29.3.09

Kraliyet Burada, Saray Nerede?

Birkaç ay önce sıkça tıkladığım bir web sitesinde yayınlanan haberlerden birine yapılan bir yorum beni allak bullak etmişti. İstanbul’da bir tiyatro oyunu sahneleniyor, bir bölümünde de iki kadın karakteri öpüşüyordu.
Yorum şöyleydi, “Sanat adı altında böyle iğrenç şeyler yapmaları hiç hoş değil…” Devamını hatırlamıyorum. Sanıyorum ki bu yeter de artar zaten.
Peki, her kimse soruyorum kendisine, sanat ne demektir? Sanat adı nedir? Sanat adının altı nasıl bir yer ki iki kadının öpüşmesini barındıramıyor? Siyaset denilen değişmez isimler lordunun, ülkemizde her alana yayıldığı, ayrımlara neden olduğu gözlerden kaçmaz bir gerçektir. Sanırım o yorumu yapan kişi de kendini bir siyasi ayrıma sokmuş olmalı ki o sahneyi sanata sığdıramıyor. Bravo.
Sabit görüşlü insanların yozlaştırdığı sanatı canlandırmalıyız. Bu konuda yaşıtım gençlerin büyük kısmına güvenemesem de belirli bir kısmı var ki adeta birer farklılık hazinesi gibiler! Durmaksızın okuyorlar, kendi sanatlarını diğerlerini aldırmaksızın ortaya koyuyorlar ve sonuç tek kelimeyle muhteşem oluyor! Bu ne kadar güzel olsa da aslında ortada ciddi bir problem var. Gençler, sanatlarını dışa vurmak isterlerken aileler manevi ve maddi yönlerden isteneni veremeyebiliyor. Devlet susuyor. Aile, ya, “Bunlarla uğraşma, ileride para kazanamazsın,” diyor ya da gereken maddi destek sağlanamıyor ve sanatçı genç kısıtlanıyor. Elindeki tek tük malzemeyle ortaya farklılığından bir parça koymak isteyen biz gençlere sihirli bir değneğin değmesi mi bekleniyor? “Gelecek, gençlerin elindedir.” Bu söze bakarsak bayanlar baylar, biz gençlerin en azından bir kısmı ya büyücü ya da açıklanmamış korkunç sırlara sahip.
Yarışmalar, festivaller düzenleniyor. Bir afiş asıyorlar ve “İşte sınırı koyduk. Haydi, yap,” diyorlar. İyi de siz, ucuna cazip geleceğini düşündüğünüz belirli miktarda para ödülü koyduğunuz yarışmanızda, gencin istediğini yapmasına izin vermezseniz, henüz yeni yeşeren gence bir sınır getirirseniz onu nasıl farklılığa, sanata yöneltmiş olursunuz? Etrafta reklam amacı güden onlarca örnek var. Piyasadaki tüm etkinlikler için demiyorum, ama çoğunun böyle olduğu açık.
Neden okullar açılmıyor? Gençler için yazarlık okulları, oyunculuk, fotoğrafçılık, şairlik okulları veya kampları kurulmuyor. Daha doğrusu neden bu kadar azlar? Okuma platformları, farklılık sarayları neden kurulmuyor? Para ile kapısından girilebilen kurslar veya sanat atölyeleri yok değil. Neden devlet elini bu konu için tüm ülkeye uzatamıyor?
Farklılığını ortaya koymak isteyen sanatçı genç, neden göz ardı ediliyor?

28.3.09

Sen, sanatsın.


Sanat, benim için farklılıktır. Kişinin, geçen zamanla beraber zihninde tasarlayıp ruhunda taşıdıklarının ortaya koyulmasıdır, sanat. Kader, dönüşüm, etkileşim vb. isimlerin takılı olduğu bir zincirle birbirine bağlı hayatların içinde kaybolan her insanın yaşadıkları, taşıdıkları apayrıdır. Onları ağlatanlar, onlara kahkaha attıranlar, hata yapmalarına neden olanlar, ders çıkarmalarını sağlayanlar birbirinin aynısı değildir. Eğer yaşadıklarımızla ağılaşan taşıdıklarımız birbirinin aynısı değilse, taşıdıklarımızla yoğurup ortaya koyduğumuz sanatımız da birbirine benzeyemez, yani birer farklılık yaratır diye düşünüyorum.
“Sanat, farklılıktır,” desek de ortaya koyulan her eser bir sanat mıdır? Eğer kişinin ortaya koyduğu eser, ondan görünür ya da görünmez bir parça taşıyorsa, o, sanattır. Sanat olmalıdır. Hayatı boyunca aşağılanan bir siyahînin, iki kürdanı bir tabağın içine üst üste duracak şekilde koyup, alttakini siyaha boyaması bir sanattır! Ortaya bir eser koyulmuş, tabiata bir değer sunulmuştur.
Bize bahşedilen kalıplar, bizleri korkutmamalı. Resim yapmaya hayal deponuzda biriktirdiklerinizi çizmekle başlayıp, biri size, “Bir ressam, her şeyden önce gördüğünü çizer,” derse kalemi/boyayı/fırçayı asla bırakmayın! O, onun ressamı, onun kuralıdır. Dali, gördüklerini dahi olan deli zihninde evirip çevirdikten sonra çizebiliyordu da siz neden zihninizde parlayan imgeleri kâğıda kopyalayamayasınız? Yazdıklarınız, robotlaşmaya ve kalıplar diyarına koşan insanlara absürt, kuraldışı ve hatta alışılmadık gelebilir. Bırakın, öyle kalsın. Siz yazın. Cumhuriyet dönemindeki Garipçiler’den Orhan Veli Kanık ve diğerleri şiirle ilgili tüm kurallara karşı çıkıp, şiirlerini istedikleri gibi yazabilirken siz neden Bubenimkiciler’den olmayasınız?
Bunların tümü bana sanatın biz olduğunu söyler gibi. Sanat, bizde saklıdır. Özgündür, kuralcıdır. Siz neyseniz, odur sanat.
Zihninizde tasarladıklarınız, ruhunuzda taşıdıklarınız, ortaya koyduklarınız; farklılığınız, sanatınızdır. Tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, sanat; damarlarınızda dolanan kanda, cildinize yayılan, saçlarınıza uzanan şifrelerde saklı, milyarlarca vücudun her birinde olduğu kadar farklıdır.